22 Ekim 2013

Çağımızın sorunu: Günümüz insanının kalabalıklar içerisindeki umutsuz yalnızlığı üzerine bir deneme

Arkadaşlarımı aramalıyım, konuşup kalabalık ihtiyacıma ortaklar aramalıyım. Onları yalnızlığıma ortak etmeliyim. Para bulup bir yerden başka bir yere hareket edebilmeliyim. Biliyorsunuz, İstanbul büyük şehir. A noktasıyla B noktası arasındaki mesafe çok uzak olabiliyor. Kalabalığı suçlamalıyım sonra. Neden yalnız hissediyorum sorusunun cevabı her daim o kalabalıkta olmalı. Yalnızlığımın nedeni tabii ki de onlar. X kişisi olsa burada, böyle hisseder miydim? O da olmadı Y kişisi. Bana yalnız olmadığımı hissettirecek ne çok harf var. Ancak yalnız hissetmenin ön koşulu; o harfin hiçbir zaman yanında bulunan harf olmamasıdır. Sonra nedenini nasıl bulacağım yalnızlığımın? Nedeni ben olmadığıma göre!
İçteki sevgisizlik hissi de boş geçilemeyecek kadar önemli. O an, sevgisini istediğim kişi kesinlikle bana sevgi vermiyordur. Hiç yetmez, hiç vermez ki, ben hep alırım oysa. Neden almayayım ki? Sevgi bu, alınmak için. O vermeyi bilmiyor.
O, onlar, sen, siz. Her zaman.
Başka bir yer, başka bir zaman, başka kişiler. Asla "şu an" değil. Olamaz. Talep de etmemeliyim. "Şu an"dan beni iyi hissettirecek bir şeyler talep etmemeliyim ki yalnızlık hissim meşrulaşsın, yasa olsun. Doğamın yasası olsun. Doğadan kopuşumun bilinçaltımda yarattığı suçluluk hissine, kendimin yine bilinçaltım aracılığıyla verdiği mazoşist bir ceza olsun yalnızlık.

3 Ekim 2013

Dönürüş

En son ilkokuldayken dolmakalem kullanmıştım. Babamın dolmakalemlerinden biriydi. Yeşil bir dolmakalemle yazıyorum, tırnaklarımla aynı renk. Evet tırnaklarımı boyadım bugün, anlam veremeye veremeye ya da vermek istemeye istemeye.
Oğuz'un evindeyim, yazdığım kağıdın biraz sağında 'Bulantı' duruyor. Okumaktan çekindim, çok okumak istediğim halde okuyup okumamayı düşündüm. Hiç de düşünülecek bir şey değil ya, hissetmem gerek. Hissetmeyi ve ettiğim hislerin davranışlarımı belirlemesindeki payını artırmaya başladığımdan beri -ki bu çok yakın bir geçmişe dayanıyor, melankolik 'şey'lerden uzaklaşıyor gibi hissettim. 'Bulantı'yı okumaktan çekinmemin bir nedeni de bu olsa gerek.

Geçen ay çok güzel bir yerdeydim. Beni hiç beklemediğim şekilde etkileyen, yine hiç beklemediğim yerlerime dokunan bir yerdi. Kendime dönüşü hiç bu kadar hissederek ve farkında olarak yapmamıştım. Bu dönüşlerin sürekliliği hiç bu kadar olmamıştı, bu sürekliliğin devam edeceğini hissederek...
Otuz kişi içinde hünkür fışkır ağlayabilmek, bunu başarmak, çekinmeden salya ve sümük manzaraları, bunu otuz kişi içinde tek başıma yapmak, bunu otuz kişiyle birlikte aynı zamanda yapmak ve yapmam ve dönüşümü damarlarıma kadar hissetmem... Aniden akla gelen parlak bir fikir gibi, aniden gelen hislerle geçti bir hafta. Bu kadar nazikçe kendi kalbime dokunup fark ettiğim şeylerim ve bu fark edişle birlikte gelen aynı naziklikteki ağlayışlarım ve bunu yapan otuz insan beni derinden etkiledi. Aklıma iki,üç sene önce yazdığım 'Ağlamak' yazısı geldi. Kendi kendime vurduğum ketler, çizdiğim görünmez keskin sınırlar yavaş yavaş siliniyor gibi. Çizdiğim sınırlar içinde sınırsızca hareket edişimin ben bile bilmeden, bende yarattığı tüm hissiyatları sindire sindire fark ediyorum, sindire sindire kabul ediyorum. Kendimi bütünümle kabul ediyorum, affediyorum. Etrafıma da aynı naziklikte dokunabilmeyi umut ediyorum. Dokunmaktan korkmamayı öğreniyorum çünkü.

Melankoli konusunda ne hisediyorum, tam emin değilim. Biraz zaman lazım. Sadece, melankoliye olan bakış açımın önyargıya dönüşmesini istemiyorum. Bunları yazarken 'Bulantı' okuma çekincesi de  uçup gitti. Bu da anlık bir içe dönüştü.
İçe dönüşüm dahi dönüştü.