9 Kasım 2011

4 Kasım 2011

iz, kısa ve öz.

iz'i özledim. gözlerimin içine düşercesine beni dinleyişini, yanında ağladığım ilk ve son zamanda oturduğu koltuktan yanıma gelip benle birlikte ağlayışını...
bana verdiği değer yüzünden kendinden nefret ediyordu. bunu görebiliyordum. o yüzden arada sırada bana hayatındaki en gereksiz insanmışım gibi davranıyordu. kendine duyduğu nefreti yine kendince bir tatmine dönüştürüyordu.


birine, yine iz'e ilk ve son kez anlattığım bir olayı anlattım. yüz yüze de değildik. zaten yüz yüze olsak anlatamazdım. iz'den sonra anlatacağım ilk kişinin psikolog olacağına karar vermiştim ama yapmadım. şu an iz'in kendinden nefret ettiği kadar ben de kendimden nefret ediyorum. kendimi daha değersiz hissettiremezdim. değersiz hissetmek için doğa üstü bir çabayla didindim, hak ettim bunu. kendine verdiği sözleri tutamayan bir insan daha kötüsünü hak eder.


böyle zamanlarda hep iz geliyor aklıma. öylesine anlaşamıyorduk ki anlaşabildiğimiz zamanlarda ise devrim yapabilirdik.
yaralarımın değerini onda hissettim.
yaralarımı en iyi anlayan ve beni en iyi yaralayandı iz.
yaralarım ilk defa onda "iz"leşmeye başladı.
yaraları benim yaralarımdandı, benim yaralarımdı.
yaralar
ve
yara.


ağlarken gözlerinin rengi yeşile dönüyordu. gözlerini en çok ağlarken seviyordum. sanırım onu bu yüzden o kadar ağlattım. 
yine gözlerinin renginin yeşile döndüğü bir zamandı. bir an geldi ve kendime dedim ki "işte bu o ve ben ona utandığım her şeyi anlatabilirim." keşke utanmadıklarımı da anlatabilseydim.
sonra herkeste o hissi aradım. ama kimse benden utandığım bir şey anlatmamı istemiyordu. 


iz'i sonsuza dek kaybettim. şimdi başka yaralar peşinde, çok sevdiği bir şehirde kendinden nefret etmeye çalışıyor. onu özlüyorum, onu babamın ölümünü düşünür gibi özlüyorum. 


bir daha asla kimse, benim için kendinden nefret etmeyecek.