Hiçbir şey, insan olmanın verdiği sıkıntıya benzemiyor. Bazen bu yükün altında eziliyor olduğumu hissediyorum. Sartre'ın özgürlüğe mahkum insanlığı misali, tüm insanlığın bir parçası olarak, insan olmanın sorumluluğunu yükleniyorum. Bitki, bitki olduğunun hayvan, hayvan olduğunun bilincinde mi bilmiyorum. Zaten geçerliliği çözülmeye yüz tutmuş 'modern bilim'in teorilerine hiçbir zaman güvenmedim; ancak insan olarak, insan olmamın bilincinde olmamın bazı bazı beni yorduğunu hissediyorum. Belki de daha modern insanın ne olduğunu algılayamadan post modern olarak evrilmeye çalışan insanın bireyselleşme sancılarıdır bunlar. Birey olarak kendi özbilincimi anlamamdaki tanıdık hesaplaşmalar aslında.. Yine de bu yükü inkar edemem. Yokmuş gibi davranıyorum ama kendini bana hissettiriyor; 'ben buradayım ve sen kabile hayatını bilinçli ve bilinçsiz özümseyemedikçe -ki bu olanaksız görünüyor, burada olacağım' diyor. Öz'ümde ne olduğunu bulup çıkarmaya çalıştığım sürece de yoklamaya devam edecek.
Ufak da olsa bir şehirde doğup büyümüş ve şehri seven, aynı zamanda doğanın bir parçası değil doğanın kendisi olduğunu özünde bilen, o nedenle doğayı özlemle karışık bir sevgiyle seven, ne batılı ne doğulu insanın yorgunluğu hiçbir yorgunluğa benzemiyor. Tek bir şeye ait olmak rahatlığından değil, hiçbir şeye ait olmayıp her şeyde var olabilme aç gözlülüğünden bu.
Kendini tanıma yolunda, kendisiyle baş başa kalmış insan sıkıntısı; pazar sıkıntısı, bahar sıkıntısı ve nice sıkıntıları beraberinde getiriyor. Bu yolun bilincinde olarak bu yolu yürümek, ucu bucağı belirsiz bir sorumluluğu bindiriyor omuzlara. Ve bu sorumluluk nefes alış verişimi zorluyor, başımı ağrıtıyor. Ana yolun kenarındaki araba gürültülü bir evde, sinirlerim zarar görmüş şekildeyken ben, beton yığınlarının arasında ekmekle beslenen sokak köpeği gibi hissettiriyor.
17 Ocak 2014
14 Ocak 2014
Kalabalıklardı, dokunmadan öylece duyamayacak kadar. Bedenden önce ruh dokundu. Yumuşak tende akıcılığını kanıtlarcasına kaydı. Parlak deriyi yalayarak gezindi hücre hücre, tadını ala ala. Her bir molekülü kokladı. Öyle bir çekti ki içine; ruhun ve bedenin bilgisine kazındı. Artık tüm çocukları o kokuyu tanıyacaktı. Tanıdıkça bilmek isteyeceklerdi onun öteki olduğunu idrak edene dek.
Yer; Haydarpaşa tren garı. Zaman belli değil. Zamanı düşündüren tek şey, duvardaki kocaman yuvarlak saat. Gar yeni, tertemiz. İşte görünüyor. Yukarıdan gülümseyerek iniyor. Hasret gideriyorlar. Saçlarını kesmiş, iki tutam saçı elinde. Kendi istemiş, kendi kesmiş. Yaptığı için mutlu, belirsizlik yüzünden kaygılı. Dönüşüyor o da, her şey gibi. Çıkıyorlar gardan, ufak bir kayığa biniyor. Binerken elini uzatıyor, diğerinin binmesine yardım ediyor. Açılıyorlar.
Evde ağaç kabuğundan yaptığı müzik aletini çalıyor. Neşeli. Orada duruyor, büyülüden bağımsız. Zaaflarıyla, gücüyle, güçsüzlüğüyle oturuyor. Hepsiyle her şeyle bir bütün ve orada. İçindeki küçük yalnızla gelmiş, kendini ve her şeyi affetmek istiyor. Bir öpücük konduruyor. Gök yarılıyor sarı parlak bir ışık süzülüyor yukarıdan, göz kamaştırıcı, bir o kadar da yorucu. Ruhu sarıyor, bırakmıyor. Ne yaşanıyorsa, o oluş tüm yargıların ötesindedir, diyor. Tüm azameti ve mükemmelliğiyle onurlandırıyor olanı ve olmayanı.
Buna anlam katan sensin -varlığın-.. ve eğer sen olmasaydın, hiçbir zaman yaşanmayacaktı. Büyük gözleri aralanıyor heyecandan. İdrak ettiklerinin büyüklüğüne şaşırıyor. Ruhunun ve bedeninin bilgisine kazınıyor. Artık tüm çocukları böyle bir görkem karşısında gözlerini aralayacak, öteden beri bildikleri fakat nasıl öğrendiklerini bir türlü hatırlayamadıkları bir bilgi gibi tanımak isteyecekler.
Yer; belli değil, zaman hiç belli değil. Diz dize oturuyorlar, diz kapakları birbirine değiyor. Ne kadar zaman geçmiş, ne kadar yer değişilmiş bilinmiyor. Hala kalabalıklar. Saf bir ötekiler ve saf bir öteki olabilmenin eşsiz güzelliğini yaşıyorlar. Her fark ediş, bir uyanış. Özle, ruhtan sonra bedene dokunuyorlar.
13 Ocak 2014
"insan! insandan daha salak bir varlık var mıdır yeryüzünde? kim ilgilenir insanla? ve hangi varlık insanoğlundan daha kuşku vericidir? bu insan kitap okuyan biri de olsa? ne yani herkes kitap okur. sırf kitap okuyor diye omuzlarından tutup duvara yaslamak ve: "sakın kımıldama, gözlerine bakayım azıcık" mı demek gerekir?
yoo, hiç de kolay iş değildir bir insanın gözünün içine bakmak! gözün binlercesine rastlarsın. öbür insanların bakışları bir an için sizinkiyle karşılaşır, sonra mezbahaya götürülen öküz sürülerinin bakışları gibi kimi sağınızdan, kimi solunuzdan geçip gider. ve bu gözlerin bu bakışların çoğu kalbinizi okuyacak niteliktedir, ama yanınızdan yörenizden geçip giderler. siz de öyle. ve işte bir saniyede, talihin size ayırdığı dostu, ne olursa olsun ömür boyu karşılaşabileceğiniz biricik dostu yitiriveririz. hepten yitirmişizdir onu. çünkü bizler, sokakta karşılaşan, birbirlerinin yanına gidip koklaşan ve: "dur bakayım azıcık! sen de benim gibi zavallı bir köpeksin; belki bana söyleyecek bir iki sözün vardır, sevindirici ya da üzücü ama mutlaka beni ilgilendiren bir şeydir bu. çünkü ben de senin türündenim" diyen köpeklerden daha da aşağılığız.
insan ha! esperanto da içlerinde olmak üzere otuz altı dil konuşabilen bir varlıktır o, ama birine seslenmek istedi mi anlaşılacağından emin değildir. köpekteki merak bile yoktur onda. neden gidesin başka bir insanın yanına? bakarsın seninle aynı görüşte değildir (her insanın bir görüşü vardır çünkü), öyleyse onu öldürmek ya da tek başına ölüme terk etmek gerekir, ve aslında bu ikisi birdir."*
*Mihail'den
yoo, hiç de kolay iş değildir bir insanın gözünün içine bakmak! gözün binlercesine rastlarsın. öbür insanların bakışları bir an için sizinkiyle karşılaşır, sonra mezbahaya götürülen öküz sürülerinin bakışları gibi kimi sağınızdan, kimi solunuzdan geçip gider. ve bu gözlerin bu bakışların çoğu kalbinizi okuyacak niteliktedir, ama yanınızdan yörenizden geçip giderler. siz de öyle. ve işte bir saniyede, talihin size ayırdığı dostu, ne olursa olsun ömür boyu karşılaşabileceğiniz biricik dostu yitiriveririz. hepten yitirmişizdir onu. çünkü bizler, sokakta karşılaşan, birbirlerinin yanına gidip koklaşan ve: "dur bakayım azıcık! sen de benim gibi zavallı bir köpeksin; belki bana söyleyecek bir iki sözün vardır, sevindirici ya da üzücü ama mutlaka beni ilgilendiren bir şeydir bu. çünkü ben de senin türündenim" diyen köpeklerden daha da aşağılığız.
insan ha! esperanto da içlerinde olmak üzere otuz altı dil konuşabilen bir varlıktır o, ama birine seslenmek istedi mi anlaşılacağından emin değildir. köpekteki merak bile yoktur onda. neden gidesin başka bir insanın yanına? bakarsın seninle aynı görüşte değildir (her insanın bir görüşü vardır çünkü), öyleyse onu öldürmek ya da tek başına ölüme terk etmek gerekir, ve aslında bu ikisi birdir."*
*Mihail'den
8 Ocak 2014
Kadınlığın Kılla İmtihanı
Bazı zamanlar oturup düşündüğümde - yatarak, ayakta.. vs de düşünürüm - ki bu görmezden gelemeyeceğim kadar çok oluyor, Atilla Taş'ın mantığının hoşuma gittiğini fark ettim. Şuna benzer bir şey demişti, "adamlar CERN'de tanrı parçacığını buldu, bizim konuştuğumuz konulara bak." Aynı Atilla Taş'ın "Yiğit Bulut'un başbakan danışmanı olduğu ülkede ben müzik yapmışım çok mu?" özdeyişini göz önünde bulundurduğumda önceki cümle daha da güzel geliyor. Ve uzun zamandır aklıma gelip giden, gelip de kalan, bazen giden bazense gitmeyen o mevzuyu dile getirmeden edemiyorum:
KIL!
Kıl, bitkilerin kökleri ile yapraklarında bulunan ince-uzun yapılara ve hayvanların, özellikle de memelilerin bedenlerini kaplayan, kıl kesecikleri adı verilen hücrelerden çıkan tüylere verilen ortak ad.
(kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1l )
Aslında sadece tanımı kadar basit bir şey. Kıl yani, kirpik gibi ne bileyim tırnak gibi bir şey. Beni asıl rahatsız edense kadınlık olgusunun, dolayısıyla kadınlığımın kıl ile sınanması. Kadınlığın sınanmaya çalışıldığı o kadar şey arasında, toplumsal cinsiyet rolleri bu kadar hayatıma işlemişken ve ben bunları söküp atmaya çalışırken, aklıma kıl geliyor ne vakittir. Neden diye soruyorum. Neden? Ne anlamı var dudağın üstündeki kılın, koldakinin, bacaktakinin, oradakinin ve buradakinin? Yıllardır dayatılan güzellik algısının, kadınlık normlarının, estetik kavrayışlarının farkında olmak bu kadar zor mu? Ve bir kıldan iğrenmek bana o kadar anlamsız geliyor ki.. Atilla Taş aklıma gelmeden olmuyor. 2014 diyorum; maya takvimi bitti, bilinç düzeyi sıçradı, titreşim arttı ama hala kadınların uzuvlarındaki kıl, olmaması gereken bir şey olarak kaldı. Binlerce yıl kimsenin dert etmediği o kıl, şimdilerde varlığından utanılacak, toplumsal güzellik algısı yüzünden ortadan yok edilmesi gereken bir şey. Doğayla hiçbir ilgisi olmayan kılsız pürüzsüzlük, ortak fantezinin ön koşullarından biri haline geldi. Kolu kıllı kadınlar alay konusu oldu, yine kadınlar dudağının üstündeki kıl yüzünden 'erkek' diye yaftalandı. Ya vajina etrafındaki kıllara ne demeli? Ocaklardan ırak!
Mesele 3-5 kıl meselesi değil. Mesele, 3-5 kıl mevzusunun derinlerindeki kadınlık rolleri.
Mesele, insanlara dayatılan güzellik anlayışı.
Mesele, bunları sorgulamadan benimsememiz, sorgulasak dahi yaşam pratiğimize geçiremememiz.
Mesele artık 3-5 kıldan fazlası. Bu sosyolojik bir meseledir ve bazıları "sosyolojiyi sizden öğrenecek değiliz" diyebilir, desinler alışığız.
Kıl utanılacak bir şey değildir, kıl varoluşun evrimsel bir parçasıdır.
Kıl kıldır, kadınsa kadın. Bu iki ayrı kavramın ayırdına varamamak ve o yönde söylemler üretmek düpedüz kendini bilmezliktir.
Aymazlık, bir kavramı iyi ya da kötü diye nitelendirmeye sebebiyet veriyorsa; o eylemde ya da eylemsizlikte 'olmamış' bir şeyler vardır.
Ayrıca son olarak:
Velev ki kıllıyız!
KIL!
Kıl, bitkilerin kökleri ile yapraklarında bulunan ince-uzun yapılara ve hayvanların, özellikle de memelilerin bedenlerini kaplayan, kıl kesecikleri adı verilen hücrelerden çıkan tüylere verilen ortak ad.
(kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1l )
Aslında sadece tanımı kadar basit bir şey. Kıl yani, kirpik gibi ne bileyim tırnak gibi bir şey. Beni asıl rahatsız edense kadınlık olgusunun, dolayısıyla kadınlığımın kıl ile sınanması. Kadınlığın sınanmaya çalışıldığı o kadar şey arasında, toplumsal cinsiyet rolleri bu kadar hayatıma işlemişken ve ben bunları söküp atmaya çalışırken, aklıma kıl geliyor ne vakittir. Neden diye soruyorum. Neden? Ne anlamı var dudağın üstündeki kılın, koldakinin, bacaktakinin, oradakinin ve buradakinin? Yıllardır dayatılan güzellik algısının, kadınlık normlarının, estetik kavrayışlarının farkında olmak bu kadar zor mu? Ve bir kıldan iğrenmek bana o kadar anlamsız geliyor ki.. Atilla Taş aklıma gelmeden olmuyor. 2014 diyorum; maya takvimi bitti, bilinç düzeyi sıçradı, titreşim arttı ama hala kadınların uzuvlarındaki kıl, olmaması gereken bir şey olarak kaldı. Binlerce yıl kimsenin dert etmediği o kıl, şimdilerde varlığından utanılacak, toplumsal güzellik algısı yüzünden ortadan yok edilmesi gereken bir şey. Doğayla hiçbir ilgisi olmayan kılsız pürüzsüzlük, ortak fantezinin ön koşullarından biri haline geldi. Kolu kıllı kadınlar alay konusu oldu, yine kadınlar dudağının üstündeki kıl yüzünden 'erkek' diye yaftalandı. Ya vajina etrafındaki kıllara ne demeli? Ocaklardan ırak!
Mesele 3-5 kıl meselesi değil. Mesele, 3-5 kıl mevzusunun derinlerindeki kadınlık rolleri.
Mesele, insanlara dayatılan güzellik anlayışı.
Mesele, bunları sorgulamadan benimsememiz, sorgulasak dahi yaşam pratiğimize geçiremememiz.
Mesele artık 3-5 kıldan fazlası. Bu sosyolojik bir meseledir ve bazıları "sosyolojiyi sizden öğrenecek değiliz" diyebilir, desinler alışığız.
Kıl utanılacak bir şey değildir, kıl varoluşun evrimsel bir parçasıdır.
Kıl kıldır, kadınsa kadın. Bu iki ayrı kavramın ayırdına varamamak ve o yönde söylemler üretmek düpedüz kendini bilmezliktir.
Aymazlık, bir kavramı iyi ya da kötü diye nitelendirmeye sebebiyet veriyorsa; o eylemde ya da eylemsizlikte 'olmamış' bir şeyler vardır.
Ayrıca son olarak:
Velev ki kıllıyız!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)